O gün güvercini vurdular. Herkesin gözü önünde öldürüp görenlere ibret olsun diye orada öylece bıraktılar. Kanadını son kez bile çırpmasına fırsat vermediler, sessiz ve ani bir ölümdü. Herkes gördü.
Katiller suçunu inkar etmedi. Hatta göğsünü gererek poz poz fotoğraf çektirdiler ve gururla herkese gösterdiler. Uzun uzun yargılanıp ödül gibi cezalara mahkum oldular. Hesapta, suçlular cezalarını bulmuştu. Ancak yine de kimse kendini güvende hissetmiyor, bir şeylerin eksik kaldığını düşünüyordu. Öldürülen güvercin birlikte yaşadıklarına güvenmiş, tedirginlik içinde olsa da onlardan ayrılmayı düşünmemişti. Onlar yapmaz, savunmasız bir güvercine el kaldırmazlardı.
Ama yaptılar. Tedirginlik içinde yaşamaya çabalayan güvercini hiç acımadan kalleşçe öldürüp, gurur duyulası bir şey yapmış gibi ortaya döküldüler. Üstelik onlara bu yolu gösterenler koruyacaktı, korumalıydı. Öyle de oldu. Günah keçisini yaşı küçük diye ayırdılar, ağır abiyi istihbarat ile çalışan ispiyonculardan olduğu için saldılar, diğerini de dava süresinin uzunluğunu bahane edip yakında serbest bırakacaklar.
Teror örgütünü ise bulamadılar. Aranan o devasa örgütün kendini ifşa etmesini mi bekliyorduk? Örgüt ortadaydı. Aranan örgüt yaptıkları ve yapmadıklarıyla devletin kendisiydi. Üstelik hepimiz suç ortağıydık. Onun için sustuk. Masumiyetin kendimizi aklayacağına inandık. Vicdanlar ise susmadı. Vicdanlarımız “ama ben bir şey yapmadım, hem ben ne yapabilirim ki?” diyerek masum görünmenin aklanmak için yetmediğini, güvercin tedirginliği ile yaşayanları görüp kollamamız gerektiğini fısıldıyordu.
Öldürdükleri yetmedi, adalet bekleyenlerin önünde bir kez daha vurdular. Örgüt bulunamadığı gibi katillere de ödül gibi cezalar verildi. Herkes gördü. Herkes bunun böyle olacağını biliyordu. Çünkü onlara herşeyden önce ceberrut bir devlet ile yaşamanın incelikleri öğretilmişti. Kendi aralarında her türlü kavgayı yapsalar bile resmi görevlilere bulaşmamayı iyi bilirlerdi. Gün gelir devlet el koyar korkusuyla olimpik ölçülerde havuz yapmama konusunda sessiz bir konsensusun yaşandığı ülkede aslında herkes güvercin tedirginliği içinde yaşamaya da alışmıştı. Şahit yazarlar diye karakollardan uzak durur, kırmızıda geçene veya yasaları çiğneyenlere hiç ses çıkarmazlardı. O iş devletin göreviydi. Devlet gerekirse bulur cezalandırır veya göz yumar affeder hatta ödüllendirirdi. Kimse karışmaz, karışamazdı devletin işine.
Meclislerinde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazar ama ne oraya seçilenler ne de siyaset oyununu oynayanlar bu yazının ardındaki riyakârlığın görülmesini istemezdi. Millet ise orada temsil edildiğine inansa da devletin işine karışılmayacağını iyi bilirdi. Devlet kendisi için tehdit oluşturan unsurları iyi tanır, onları en acımasızca cezalandırmaktan geri durmazdı. Herkes hizasını bilecekti. Bilmeyenler ise güvercin tedirginliğine mahkum edilecek ara sıra bir ikisi göstere göstere infaz edilip tedirginliğin azalması engellenecekti. Hizasını şaşırmayan çoğunluk ise bu yaşananları görüp haline şükredecek elindekiyle yetinecek, mutlu olacaktı. Sesini çıkarmamayı bilecekti. Devlet kutsallığına halel getirmeyecek, kendini var edenleri bile ortadan kaldırmaktan çekinmeyen korku aygıtı olarak bilinecek buna itiraz edenler ise özenle işaretlenip gereken yapılacaktı. Öyle de oldu.
Güvercini vurdular, pek çoğumuzun içi burkuldu. Yaşananlara ve aslında herkesin benzer bir güvercin tedirginliğe mahkum olduğu devletin bireyi olmaya isyan edesimiz geldi. İsyanımızı kanatlarımıza yazdık, gökyüzüne açtık. Kardeşimize ve onunla en son vedalaştığımız yere doğru çırptık kanatlarımızı. Geliyoruz…
Not: Hrant Dink’in anısı içindir. 19 Ocak 2012